Loading...

Namaz






İmam-ı Gazali

KALBİN AMELLERİNDEN OLAN BÂTINÎ

ŞARTLAR BEYANINDANDIR

           

            Evvela namazın huşû     ve huzur-u kalb ile irtibatını, sonra da bâtınî manalarıyle bunların haddini, sebep ve çarelerini, daha sonra da mükemmel bir ahiret azığı olabilmesi için namazın her rekatında hazırlanması layık olan şeyleri tafsilatıyle anlatalım.

 

NAMAZDA HUZUR VE KALB HUŞÛUNUN ŞART

                                                        OLMASININ BEYÂNI

 

            Bilmiş ol ki, huzur ve huşûun namazda şart olmasını emreden pek çok deliller vardır. Bunlardan bazıları şu ayetlerdir:

 

            “Zikrim için -beni hatırlamak için- namazı kıl.” (20-Tâhâ: 14)

 

            Emrin zahiri vücûb(süreklilik-aklın namazda olması-)dur, gaflet zikre münafi(aykırı)dir. Bütün namazı gaflet için ile geçiren bir insan, namazda Allah’ı nasıl hatırlamış olabilir? Yine Allahu Teâlâ’nın:

 

            “Ve gafillerden olma.” (7-A’raf: 205)

 

            Ayet-i Celilesi de bir nehiy(yasaklama)dir. Bunun zâhiri manası gafletin haram olmasıdır. Yine Allahu Teâlâ’nın:

 

            “Tâ ki dediğinizi (okuduğunuzu) bilinceye kadar namaza yaklaşmayın.”             (4-Nisâ:43)

 

Ayet-i Celilesidir. Bu sarhoşun namaza yaklaşmasının illetini(sebebini) göstermek-

 tedir. Tamamen dünya düşünce ve vesveseleriyle namazını kılan kimse de aynı hükümdedir. Çünkü o da bu gaflet ile ne söylediğini, hatta kaç rekat kıldığını bilemez. Bu husustaki hadisler:

 

            “ Namaz ancak zillet (küçük görme) ve tevâzudur.”

 


            
Fakîhler(fıkıh alimleri), Peygamber Efendimiz’in: 

           

            “Şuf’a, ancak bölünmesi kaabil olmayan maldadır.”

 

hadisinden, hasr, isbat ve nefyi(yok sayma) anlamışlardır. Yine peygamber Efendimiz :

 

            “Kendilerini fenalıktan menetmeyen, alıkoymayan namazın, Allah’ın rahmetinden uzaklaştırmaktan başka bir kârı olmaz. Gafillerin namazı kendilerini fenalıktan alıkoyamaz.”

 

Halbuki yine Peygamber Efendimizin :

 

“Nice namaz kılanlar var ki, onların namazdan nasibi, yorgunluk va zahmetten başka bir şey değildir.”

 

Şüphesiz bu ifade ile, gafillerin namazını kasdetmiştir. Yine Peygamber Efendimizin :

 

“Kişinin kıldığı namazdan kendisine kârı dokunan ancak akıl erdirerek kıldığı kısımdır.” (Yani aklı başka yerde iken kıldığı namazın kendisine kârı dokunmaz.)

 

Bu hususun hakikati şudur ki : Hadiste vârid(gelen) olduğu gibi namaz kılan kimse Rabbine münâcat(dua etmek, yalvarmak) etmektedir (Buhari,Müslim, Ebu Hureyre’den). Gaflet ile söylenen sözlerin münâcat olmayacağı meydandadır. Bunun izahı şöyledir : Mesela zekat, insan zekatını gafletle verse de olur, çünkü o haddi zatında isteğe aykırı ve nefse ağır gelen bir ibadettir. Oruç da bunun gibi haddi zatında Allah’ın düşmanı olan şeytanın dostu ve aleti olan nefsin kuvvetlerini kahredip hevayı arzuları kıran bir ibadettir. Gaflet ile olsa da yine bu faydayı sağlar. Hac da aynı şekilde ağır ve yorucu bir ibadettir. Menâsik-i haccı(hac ibadetleri) ifâederken, kalb ister hazır olsun ister olmasın, nefse elem veren mücâhede(nefisle mücadele) kendiliğinden hâsıl olabilir.

Namaza gelince : Namazda ancak zikr, kırâat(okuma), kıyâm(ayakta durmak), rükû, sücûd(secde), ve kuûd(oturma) vardır. Zikr ise Allahu Teâlâ ile muhâvere(konuşma) ve münâcat, gizli bir yalvarış ve anlaşmadır. Çünkü namazdan gaye, iki şeyden biridir. Onlarda ya muhâvere ya münâcattır. Mide ve şehvet oruç ile, beden hac zahmetiyle, kalb, sevdiği maldan ayrılıp zekat vermekle imtihan edildiği gibi lisanı da ses ve harf ameliyle imtihan edilmektir. Bunun böyle olmasında şüphe yoktur. Zira gafletle söylenen boş laflar ile olan imtihan, amel imtihanı değil, belki bunda maksûd(niyet) olan konuşmak olması bakımından harflerdir. Gönüldeki manayı kalıblandırmayan harfler de nutuk satılmaz. Gönüldeki manayı harflerin ifadelendirmesi de ancak huzûr-u kalb ile olur. Gafil kalb ile :

 

“Bizi doğru yola hidayet et.” (1-Fatiha: 6)     

 

demekle bunun bir yalvarış ve dua olduğunu kasdetmezse neyi istemiş olabilir? Hele bunu itiyat(alışkanlık) haline getirdikten sonra da dilini hareket ettirmekte ne güçlük vardır? İşte zikirlerin hükmü budur. Ben derim, bir kimseye falancaya gidip teşekkür edecek, onu övecek ve ondan bir şeyler isteyeceğine yemin etse, sonra rüyasında aynen bu dediklerini yapsa yeminini yerine getirmiş sayılmaz. Hatta, karanlıkta, öteki adamın orada olduğunu bilmeyerek gıyabında imiş gibi ona teşekkür ve dua edip ondan bir şeyler istese, yine yeminini yerine getirmiş olmaz. Çünkü onun bu konuşması öteki adamı kalbinde hazır kabul etmediği için ona hitab ve onunla konuşmak sayılmaz. Hatta gündüz aydınlığında ve öteki adamın huzurunda da olsa, aklı başka yerde olup o adamın hazır bulunduğunun farkında olmayarak bu sözleri söylese, yine yeminini yerine getirmiş olmaz. Çünkü onu muhattab olarak kabul etmiyordu. Şüphe yok ki kırâat ve zikrden maksûd olan hamdetmek, övmek, yalvarmak ve dua etmektir. Burada muhattab olan şüphesiz Allah’tır. Kalbi gaflet perdesi ile kapalı olduğu halde, mânen Allahu Teâlâ’nın görüp müşahede etmeden ve muhattabından gafil olarak yalnız âdet hükmü ile dilini hareket ettirmek, kalbi cilalandırmak, Allahu Teâlâ’nın zikrini tazelemek ve iman bağını tahkim için meşru kılınan namazın gayesinden çok uzak kalır. İşte zikr ve kırâatın hükmü budur. Hülasa(özet) zikir ve kırâattaki bu hususiyetlerin inkarı gayr-ı kaabildir(kabul değildir).

            Rükû ve Sucûda gelince : Bunlardan gaye, hiç şüphesiz Allah’ı  ta’zimdir(hürmet).   

Eğer gafletle yapılan rükû ve sucûdun  ta’zim olduğu caiz olsa idi, önünde put olduğunu bilmeyerek secde eden kimsenin puta ta’zim etmiş sayılması veya duvar ardında secde edenin duvara  ta’zim etmiş olması caiz olacaktı (bunlar ta’zim sayılmayacağına göre gafletle yapılan secde de ta’zim sayılmaz.) Bunlar ta’zim sayılmayınca ortada beden hareketinden başka bir şey kalmaz. Kendisiyle imtihanı kasdedilen meşakkatten sonra dinin direği sayılan, iman ile küfrü ayıran, hac ve diğer ibadetler üzerine takdim edilen ve ibadetlerden yalnız onun terkiyle katli vacib olan bir şey (namaz) kalmaz.

            Benim görüşümle namazın taşıdığı bu ehemmiyet, yalnız zahiri bir ibadet olması bakımından değil, belki, maksûd olan münâcat olmasını buna eklemek lazımdır. Oruç, zekat, hac ve benzeri ibadetler üzerine takaddüm(öncelik) eden, bu münacâttır. Hatta serveti harcamak demek olan “Udhayye” ve kurbanlar üzerine mukaddem(öncelik) yine bu takvadır. Nitekim Allahu Teâlâ :      

 

            “Onların(kurbanların) ne kanı ve ne de eti Allaha ulaşır. Allaha ulaşan ancak sizin takvanızdır.” (22-Hac : 37) buyurmuştur.

 

            Yani kalbinizi istila edip emre uymaya sizi sevk eden sıfattır ve matlûb(istenilen) olan da budur. Ya hareketlerinde bir ehemmniyet olmayan namazda hüküm nasıl olur? İşte bu anlattıklarımız, mana bakımından namazda kalb huzurunun şart olmasına delil olmaktadır.

            Şayet “namazın sıhhatinde huzur-u kalbi şart koşar ve huzursuz kılınan namazın batıl olmasıyla hükmediyorsan, fakihlerin icmâ(genel görüş)ına muhalefet ettin. Çünkü onlar kalbin huzurunu yalnız niyette şart koştu ve bununla iktifa(yetinme) ettiler.” Dersen :

            Bilmiş ol ki, ilim bahsinde geçtiği gibi fakihler, bâtında tasarruf etmez, kalbi yormaz ve ahiret yoluna karışmazlar. Belki dinin zahiri hükümlerini âzaların amelleri üzerine bina ederler. Amellerin zahiran icrası, insanı ölüm cezası ve sultanların tazir(azarlama)inden korumaya yeter. Esasen ahirette fayda verip vermemesi çerçevesi dışındadır. Aynı zamanda bunun üzerine icma yürütülemez. (Bununla beraber onlara muhalefet edenler de olmuştur.) Nitekim şeriat ile hakikati toplayanlardan birisi olan Bişr ibn Haris, Ebu Talip Mekki’nin Kûtü’l-kulûb’unda Süfyan-ıservi’den naklettiği, rivayetinde “Huşu ile kılmayan kimsenin namazı fâsid(bozuk,yanlış)dir” demiş ve Hasan-ı Basri’den “Huzursuz kılınan namazın, sevaptan daha ziyade ukubet(ceza)e sebep olduğu” rivayet edilmiştir. Yine Muaz ibn Cebel: “Kılarken sağında ve solunda olanları bilmeye çalışan kimsenin namazı namaz değildir” diye rivayet etmiştir. Yine müsned(senet) olarak Peygamber Efendimizden :

 

            “Çok kimse varki kıldığı namazın altıda, hatta onda biri de kendisi için yazılmaz. Ancak bilerek huzur ile kıldığı kısmı yazılır.”

 

buyurmuştur. Eğer bu hadis-i şerif, Peygamber Efendimizden başka bir zattan duyulsaydı mezheb olarak kabul edilirdi. Kaldı ki Aleyhi’s-selâtu ve’s-selâm Efendimizden duyulduğu halde niye kabul edilmesin? (Basralı) Abdülvahid bin Zeyd: “Kul için ancak bilerek huzur ile kıldığı namazın sevabı olacağında ulemâ ittifak etti” diyerek bu hükmü, icma haline getirmiştir. Buna benzer ve bu kabilden, verâ(günahtan ve şüphelilerden şiddetle kaçınma) sahibi olan fakihlerden, sayılmayacak kadar pek çok rivayet vardır. Hak olan bu hususta edille-i şer’iye(dini deliller)ye müracaat etmektir. Halbuki şart olmasında haber ve eserler meydandadır. Şu kadar var ki zahiri teklifte fetva, halkın kusurları nisbetinde takdir edilir. Bütün namazda huzuru kalbi şart koşmak fetva makamı için mümkün değildir. Tam bir huzur-u kalbten insanların ekseri(çoğunluğu)si acizdir. Buna ancak bazı kimselerin gücü yeter. Zaruret sebebiyle, namazın tamamında huzur-u kalbi şart koşmak mümkün olmazsa tamamen terk de edilmez.

Hiç olmazsa cüz’i bir miktarda huzur-u kalbin bulunması zaruret(mecburiyeti)i vardır.

Buna da en elverişli olan ilk tekbirdir. Bunun için zaruri olarak bu kadar ile iktifa(yetinme) edilmiştir. Bununla beraber, gaflet ile kılan kimse ile hiç kılmayanın müsavi(denk) olmamasını umarız. Çünkü gafletle de olsa kılan, hiç olmazsa zahiri fiile başvurmuş, bir an olsun kalbini hazırlamıştır. Nasıl böyle olmasın, abdestsiz olduğunu unutup namaz kılan kimsenin abdestsiz olması hasebiyle Allah katında namazı batıl iken, kusuru ve özrü nisbetinde de olsa amelinin mükafatını alıyor. Bu ümit ile beraber bir lahza(anlık) olsun hazırlayan ile tamamen huzuru terkeden elbette bir olamaz. Nasıl farkı olmasın. Efendisinin hizmetinde bulunup hizmette kusur eden luzumsuz hareketler ve sözlerde bulunan ile hizmetten tamamen kaçınan bir olur mu? Korku ve ümidin sebepleri muâraza (muhalefet, çekişme) ettiği ve iş ehemmiyet(önem) arzettiği zaman ihtiyat(ileriyi düşünmek, tedbir) ve müsâhele(kolaylaştırma)de  muhayyer(seçebilme)sin. (İster islamın sunduğu kolaylıktan faydalanır, istersen ihtiyatı elden bırakmazsın.) Bununla beraber fukahânın, gafletiyle de olsa sıhhatine fetva verdikleri hükümlere kimse muhalefet edemez. Yukarıda işaret edildii gibi bu fetva zaruretindendir. Esrar-ı salâta vakıf olan kimse, gafletin ona zıt olacağını bilir. Fakat “Kavâidü’l – Akaid” ilm-i zâhir ile ilm-i bâtını ayıran babında anlattığımız gibi halkın anlayıştaki kusuru, şeriatın her keşfolunanı açıklamaya mani olduğundan biz bu mevzuyu bu kadarı ile bırakıyoruz. Az da olsa bu miktar ahiret yolcularını ikna için kafidir. Şiddetli mücadelecilere gelince, şimdilik biz onları muhattap olarak kabul etmiyoruz.

            Hülasa : Huzur-u kalb, namazın ruhudur. Bu ruhun en az derecesi de tekbîr anındaki huzurudur. Artık bundan noksanı olursa helak demektir. Ne kadar çoğalırsa o nisbette namazın cüzleri arasına ruh yayılır, nice hareketsiz deriler var ki onlar ölü hükmündedir. Yalnız iftitah(başlangıç) tekbirinde huzur olup, diğer cüzleri gaflet ile geçen namaz da son nefeslerini yaşayan hasta gibidir. Allahu Teâlâ’dan güzel yardımlar niyaz ederiz.

                       

 

NAMAZIN CANLILIĞI, KENDİSİYLE ANLAŞILIP,

TAMAMLANAN, BÂTINÎ MANALARIN BEYANI

 

            Bilmiş ol ki bu manaları anlatan pek çok beyan vardır. Fakat bunları altı cümlede toplamak mümkündür. Onlar da :

1-     Huzur-u kalb: Yalnız okuduğunu düşünmek.

2-     Tefehhüm: Okuduğunu anlamak.

3-     Ta’zim: Okuduğuna saygı göstermek.

4-     Heybet: Saygı ile korkmak.

5-     Recâ: Ümit beslemek.

6-     Hayâ: Utanmak.

Şimdi bunların, tafsilatını, sebeplerini ve elde edilmelerin çarelerini anlatmaya

çalışalım.

            1- Huzur-u kalb: Huzur-u kalb demek, yalnız meşgul olduğu ve okuduğu şeyi düşünmek, mâsivâ(Allahtan başka her şey)dan kalbi ayırmak, tamamen meşgul olduğu işe ve konuştuğun söze (Kur’an’a) kalbini bağlamaktır. Bu suretle ilim, sözün ve işin birleşir, düşüncen bunlardan ayrılmaz. Ne zaman gönül başka düşüncelerden ayrılır, içerisinde bulunduğun işten gaflet etmez ve yalnız onu düşünürse, o zaman huzur-u kalb hasıl olur.

2-Tefehhüm: Yani söylediğini anlamak, bu huzur-u kalbden sonra gelir. Çünkü çok

kere kalb, söz ile hazır olur, fakat manasını düşünmez. Bizim tefehhümden gayemiz söylediğinin manasını düşünmek ve anlamaktır. Bu, insanların farklı bulunduğu makamdır. Zira insanlar Kur’an ve tesbihlerin manasını anlamakta müsavi(denk) değillerdir. Çünkü insanın namaz esnasında anladığı öyle latif manalar olur ki; başka zamanda hatırına bile gelmezler. İşte namazın fuhuş ve münkerden men’etmesi bu cihettendir. Zira o namaz öyle manalar anlatır ki, o manalar çaresiz insanı fenalıktan alıkor.

            3- Ta’zim: Ta’zim, saygı, huzur-u kalb ve tefehhümden sonra gelen bir keyfiyettir. Çünkü bazen insan kölesine bir şey ile emreder, kölenin kalbi huzur içinde emredileni anlar, fakat saygı göstermeyebilir. Bunun için saygı dediğimiz ta’zim bunlardan  sonra gelir.

            4- Heybet: Bu da ta’zimden sonradır. Heybet ta’zimden doğan bir korkudur. Zira korkmayan bir kimseye hâib(korkan) denmez, binaenaleyh, akrepten, kölenin kötü ahlakından ve benzeri adi şeylerden hasıl olan korkuya “mehabet(saygıyı içine alan korku)” değil, doğrudan “havf” korku denir. Fakat, azamet(büyüklük) vasfiyle mevsuf(vasıflanan) olan Sultandan korkmaya “mehabet” derler; demek ki heybet, saygıdan doğan bir korkudur.

            5- Recâ – Ümid: Bunun da ayrı olduğu meydandadır. Çok meliklere sayı gösterip onlardan heybet duyan ve satvet(kuvvet)lerinden korkan kimseler var ki onlardan bir mükafat beklemez. Halbuki kula layık olan kusuru ile ikab(azap)ından korktuğu gibi, kıldığı namazı ile Allahu Teâlâ’ dan sevab ummaktır.

            6- Hâya – Utanmak: Bu da hepsinden ayrı bir şeydir. Zira bunun dayanağı, kusur ve hatayı anlamaktır.

           

Bu altı mananın sebeblerine gelince: Bilmiş ol ki:

Huzur-u kalbin sebebi:  Himmettir(yükselme arzusudur). Zira insanın kalbi himmetine, kasdine bağlıdır. Maksadın ne ise kalbin ona hazırlanır. Bir şey kasdettiğin zaman ister istemez kalbin onu düşünür. Kalb, kasdine tabi ve ona müsahhar(emir altında-bağlanmış)dır. Mesela namaz kılarken eğer kalbin namzını düşünmüyorsa boş durmuyor; mutlaka dünyalık bir maksadı düşünmektedir. Namazda huzur-u kalbi bağlamak için tek çare himmetini namaza bağlamaktır. Himmetinin namaza dönmesi de ancak istenilen gayenin ancak namaza bağlı olduğunu ve namazda tahakkuk(gerçekleşme) edeceğini bilmekle mümkündür. O gaye de ahiretin hayırlı ve baki olduğunu ve namazın da buna bir yol olduğuna inanıp tasdik etmektir. Bu iman ve tasdik, dünyayı ve varlığını hiçe sayan ilim ile birleştiği zaman namazda huzur-u kalb hasıl olur. Sana kâr ve zarardan hiç birine gücü yetmiyen bazı ekâbir(rütbece büyük olan)in huzurunda aklına başını alarak huzur ve huşu içinde bulunman bu gibi sebeplere dayanırken; melekutun meliki(görülür ve görünmez alemiyle), kâr ve zarar yed-i kudreti(Allahın kudreti)nde bulunan ve meliklerin meliki olan Teâlâ’ya münacatda huzur-u kalbin bulunmaması iman zayıflığınadan başka bir şey değildir. O halde sana düşen vazife imanını takviyeye çalışmaktır. Bunun çaresi de başka kısımlarda açıklanmıştır.

Tefehhümün sebebine gelince: Huzur-u kalbden sonra tefehhümün sebebi, murad olan manayı anlamak için zekayı kullanmak ve kafayı çalıştırmaktır. Bunun çaresi de huzur- u kalbden olduğu gibi yani himmetini toplamakla beraber düşünceyi çalıştırmak ve kendisini meşgul edecek hatıraları atmaktır. Hatıraları gidermenin çareleri ise, menşe’lerini yok etmektir. Yani hatıraları kendine çeken sebeplerden sıyrılmaktır. O maddelerin kökü kesilmedikçe hatıralar onlardan ayrılmaz. Çünkü insan daima çok sevdiği şeyi düşünür ve sevgiliyi anmak kalbe hücum eder. Bunun için Allahdan başkasını seven kişinin namazı onu hatırlamaktan kurtarmaz.

Ta’zim: Kalbde bir keyfiyettir. İki ilimden doğar:

1- Allahu Teâlâ’nın azamet ve celalini  bilmek. Bu, imanın esasını teşkil eder. Çünkü onun azametine inanmayan kimse ona gerekli saygıyı göstermez.

2- Kendisinin hakir, zelil ve Allahu Têâlâ’nın emrinde müsahhar, aciz bir kul olduğunu bilmektir. Tâ ki bu iki ilimden  Allah’u Teâlâ’ya karşı huşû, huzû(tevazu), zillet ve inkisar(kalb kırıklığı) hasıl olsun. İşte bu hal’e  ta’zim-saygı- denir. Allahın celalini bilmekle, nefsin hakir olduğunu bilmek birleşmedikçe ta’zim ve huşû meydana gelmez. Zira başkasından müstağni(muhtaç olmayan) olup, kendisinden emin olan kimse, kemal sıfatlarını başkasından bildiği halde ona saygı göstermeyebilir. Çünkü ikinci karine(belirti) olan, nefsinin ona muhtaç ve hakir bir şey olduğunu bilmemektir.

Heybet ve havf – Saygı ile korkuya gelince: Bunlar da Allahu Teâlâ’nın kudret satvet(ezici kuvvet) ve yorulmadan dilediğini dilediği şekilde yaptığını, geçmiş ve gelecek varlıkları yok etmekle, mülkünden bir şeyin eksilmeyeceğini bilmekten, bununla beraber meliklerin aksine olarak def’ine kudreti var iken, Peygamber ve velilerinin türlü türlü musibet ve iptilâlara uğramasını müşahede(görme) etmekten doğan bir keyfiyettir.

Hulasa(özet): Allahu Teâlâ ne kadar daha iyi bilinirse, haşyet ve heybeti de o nisbette artar. Rub’u’l – Münciyât’ın (İhya’nın 4.Cildi) havf-korku kitabında buna dair tafsilat gelecektir.

Ricâ – Ümit: Bunun sebebi de Allahu Teâlâ’nın lutf u keremini, nimetinin şümul(kapsamlı)ünü, sanatını inceliklerini, namazı kılanlara cenneti vadettiğini, verdiği sözde durduğunu bildirmektedir. Vaad’ine inanıp lutf u keremine kani(inanmak) olduktan sonra, bunların hepsinden ricâ doğar.

Hayâ – Utanmak: Bu da, ibadetteki kusurunu bilmek, Allahu Teâlâ hakkıyle kulluk edemediğini anlamaktan doğar. İhlasının azlığını, etrafının pisliğini, Allahu Teâlâ’nın azametinin neler gerektirdiğini, her ne kadar ince ve gizli olsa da gönülden geçen, içinde gizli olan her şeyi Allahu Teâlâ’nın görüp bildiğini anlıyabildiği halde, bütün işlerinde dünyalığa meyletmiş olan nefsinin kusur ve afetlerini bilmekle de kuvvetlenir. Bunlar kat’i olarak bilindiği vakit, bu ilimden zaruri olarak meydana gelen hale “hayâ” denir. İşte bu sıfatların sebebleri bunlardır. Bu sıfatlara sahib olmanın çaresi, sebeplerini hazırlamaktır, sebebleri de iyice alaşıldı mı ilacı tamamen bulundu demektir. Bütün bu sebepleri rabıtası, önce iman, sonra da şu anlattıklarımızı yakînen kabul etmektir. Yâkin demek, ilim kitabı yâkin beyanında geçtiği gibi, şüphenin kalbten çıkması ve marifetin kalbi doldurması demektir. Kalbin huşûu, yakînin derecesiyle ölçülür. Bunun içindir ki Hazret-i Aişe: “Resulullah bizim ile konuşur, gülerdi. Fakat namaz vakti gelince sanki ne o bizi tanır ve ne de biz onu tanırdık” buyurmuştur.

Rivayet olundu ki, Hak Teâlâ Musa aleyhisselâma vahyederek:  “Ya Musa! Beni andığın zaman vücudun titresin, beni anarken huşû ve itminan(inanmak-kararlılık) içinde bulun, beni andığın vakit dilin kalbinin ardında olsun(yani düşünerek zikreyle) münacât için huzuruma geldiğin vakit, aciz bir kulun efendisinin huzurunda durduğu gibi dur, çarpan bir kalb ve doğru konuşan bir lisan ile bana yalvar.” Yine rivayet oldu ki, Allahu Teâlâ Haret-i Musa’ya vahyetti:  “Ümmetimin asilerine söyle onlar(bu halleri ile) beni zikretmesinler. Çünkü, ben beni zikredeni rahmetimle anarım. Halbuki onlar beni zikrettikleri zaman, ben onları lanetler, rahmetimle uzaklıkla anarım” buyurmuştur. Zikrinde gafil olmayan asiler hakkında hal böyle olursa ya isyan ile gaflet bir araya toplanınca hal ne olur?

Kalbe dair anlattığımız manaların ihtilaf etmesiyle insanlar ikiye ayrılmıştır. Bir kısmı hiçbir cüz’ünde huzur-u kalb olmadan namazını kılar; diğer kısmı da etrafında cereyan edenlerden haber almaksızın tam bir huzur içinde geçmemek şartiyle namazını kılar. Nitekim gürültüsünden hariçteki insanlar oraya toplandığı halde, Müslim bin Yesar, içinde namaz kıldığı bir caminin bir köşesi yıkıldığından haberi bile olmamıştır. Hatta bazıları o derece huzur içinde kılarlardı ki, cemaate devam ettikleri halde sağ ve solundakilerin kimler olduğunu bilmezlerdi. İbrahim aleyhisselâmın namazda iken kalb atışları iki mil mesafeden duyulurdu. Bunun gibi bir kısım cemaatın tüyleri diken diken olur, benizleri sararır vücudları tirtir titrerdi. Bütün bunlar akıl ve mantığın kabul edeceği mümkün olmayan şeylerdir. Niçin mümkün olmasın. Bunlardan daha şiddetlisi, aslında aciz sayılan ihsan ve cezalarının hiçbir kıymeti olmayan melikler huzurunda, dünyalık peşinde olan kimselerde görüle gelen şeylerdir. Hatta melik ve vezirlerden birisinin huzuruna bir adam girip maksadını anlattıktan sonra çıktığı vakit melikinin yanında kimlerin olduğundan veya melikin ne gibi elbise giydiği kendisinden sorulsa, yalnız kendi maksadıyla ilgilendiği için bunların hiç birinden haber veremez. (İşte Allah huzurda da böyle olmak yaraşır). Herkesin ameline göre derecesi vardır. Herkes korkusu, havf, haşyet ve saygısı nisbetinde derece alır. Allahu Teâlâ’nın baktığı yer, insanın kalbidir, dış hareketleri değildir. Bu sebebten bazı sahabe : “İnsanlar kıyamet günü dünyadaki namazlarında gösterdikleri huzur, sükun ve namazdan tattıkları lezzet nisbetinde haşrolunurlar.” buyurmuşlardır. Cidden bu davalarında sadıktırlar. Zira herkes yaşadığı gibi ölür ve öldüğü gibi dirilir. Namaz kılarken kalıp ve kıyafete değil, kalbinin haline riayet etmelidir. Ahirette, vücud, kalbin ameline göre suretlenir. Orada kurtulacak olanlar ancak kalb-i selime olan kimselerdir.

Allahu Teâlâ’dan lutf u keremiyle hüsnü tevfik dileriz.

 

        KALB HUZURUNU TEMİN EDECEK ÇARELERİN BEYANI

 

Bilmiş ol ki; mümine layık olan, Allahu Teâlâ’ya tâzim etmek,Allaha karşı daima korku ve ümit arasında bulunmak, kusurları karşısında Allahdan hayâ etmektir. Her ne kadar bu hallerin kuvveti, imandaki yakinin kuvveti nisbetinde ise de, iman ettikten sonra hiçbir mümin bundan hâlî(sorumsuz) değildir. Namazda bu hallerden ayrılmanın dört sebebi olabilir:

1-2 – Fikir ve hatıraların bölünüp dağılması,

3-4 – Münâcattan ve namazdan kalbin uzaklaşıp gafil kalmasıdır.

İnsanı namazı düşünmekten alıkoyan ve kalbi meşgul eden, hatıralardır. Kalbin huzurunu tatmin için çare, o hatıraları defedip atmaktır. Bir şeyi yok etmek, sebebini kaldırmakla mümkün olacağına göre, evvela bu hatıraların sebeblerini bilelim.

Bu hatıraların sebebi, ya hariçten gelen bir tesir veya içinden gelen bir hâlet(hal)tir. Hariçten gelenler, gördüğü ve duyduğu şeylerden olur. Bunlar bazen insanın himmet(ciddi gayret)ini süratle kendi taraflarına çeker ve onu diledikleri gibi kullanırlar. Sonra ondan da başka bir fikir doğar ve teselsül(ard arda devam) eder. Görmek düşünmeye düşünmek de başkalarını hatıra getirmeye sebeb olur. Himmeti âli, irade ve niyyeti kuvvetli olan kimseleri gözlerinin gördüğü şeyler meşgul etmez. Fakat zayıf kimseleri görülen şeyler kendine çeker. Düşüncelerini dağıtır. Bunun çaresi namazda gözü kapamak, karanlık yerde namaz kılmak veyahut gözün önünde kalbini meşgul edecek bir şey bulundurmamak, görüş mesafesini kısaltmak için duvara yaklaşmak, yol üzerinde, çiçekli ve nakışlı yerlerde işlemeli bezler üzerinde namaz kılmaktan kaçınmaktır. Bu sebeble ilk âbidler, himmetini toplamak için bir seccade genişliğinde küçük ve karanlık tekkelerde ibadet ederler, fakat kendine hakim olanlar, camilere gider, beraber gözlerini secde mahallinden ayırmazlar. Sağ ve sollarında bulunanları bilmeyecek şekilde namazın kemaline riayet ederlerdi. Hatta İbn Ömer(R.A) namaz kılacağı yerde mushaf, kılıç, kitab gibi şeyleri bulundurmazdı. Zahiri sebeblerden kurtuluş çaresi bunlardır.

Batini sebeblere gelince: Bunlar daha zordur. Zira himmeti dünya vadilerinde dolaşan kimselerin fikri bir nokta üzerinde durmaz, belki bir yandan öbür yana cevelan eder. Yalnız gözleri kapamak ona bir fayda sağlamaz. Çünkü daha önce gönlünde topladıkları onun için meşgale olmaya kafidir. Bunun kurtuluş çaresi daima gönlünü okuduğu şeyin manasını anlamaya zorlamak ve başka şeylerden alıkoyarak oraya bağlamaya çalışmaktır. Bunun içinde iftitah(başlangıç) tekbirinden evvel, ahireti hatırlamak ve her şeyi bilen Allahu Teâlâ’nın huzurunda duracağını düşünmek ve bu suretle, kendini meşgul edecek şeyleri namazdan önce gönlünden çıkararak gönlünün meyledeceği bir meşgale içinde bırakmamaya gayret etmek suretiyle nefsine yardımcı olmaya çalışmaktır. Nitekim Peygamber Efendimiz Osman İbn Ebi Şeybe’ye:

 

“Evdeki tencereyi kapatmayı sana söylemeyi unuttum: çünkü namaz kılarken insanı meşgul edecek bir şeyin evde bulunması uygun olmaz.” buyurmuştur. İşte hatıraları önlemenin yolları bunlardır. Eğer bu müsekkin(sükun-sessizlik veren) ilaçlar ile tedavi edilmezse bunun çaresi hastalığı kökünden izale edecek müshil ilacını kullanmaktır. O da, kalbin huzuruna mani olan şeylerin neler olduğunu araştırmaktır. Şüphesiz bunlar, kendisinin muhtaç olduğu şeyler olup bunlar ihtiyacı da şehveti bakımındandır. İşte bu şehevi arzulardan vazgeçmek için nefsini muaheze(azarlama) eder ve bilir ki kendisini namazdan meşgul eden şey, dinin zıddı ve düşmanı olan şeytanın yardımcısıdır. Onları içinde tutmak, çıkarıp atmaktan çok daha zararlıdır. İnsan kendini, o gibi halleri içinden çıkarmak suretiyle kurtarmalıdır. Nitekim şöyle rivayet olunmuştur:

“Peygamber Efendimiz, Ebu Cehm’in kendisine getirdiği yünlü ve nakışlı siyah elbise ile namaz kıldıktan sonra onu çıkardı ve; Bunu Ebu Cehm’e götürün de onun işlemesiz olan kaba elbisesini bana getirin, çünkü bu işlemeli elbise namazda huzurumu bozmuştur.” buyurdular. Yine Peygamber Efendimiz yeni nalınları ile eskisinin kayışlarının  değiştirilmesini emir buyurdular. Çünkü namaz kılarken onlara gözü ilişince yenilerinin sökülüp yine eskilerinin takılmasını emir buyurdu. Çünkü namaz kılarken onlara gözü ilişince yenilerinin sökülüp yine eskilerinin takılmasını emretmişlerdir. Yine Peygamber Efendimiz: yaptırdığı nalınlar hoşuna gittiği için secdeye kapandı ve:

 

“Bana kızmasın diye Rabbime secde ettim.” buyurdu ve ilk gördüğü saile(fakire) onları hediye etti. Sonra da Hazret-i Ali’ye kendisi için sığır derisinden debbagat edilmiş tüysüz nalını almasını emir buyurdular ve onları giydiler. Yine haram olmadan evvel Peygamber Efendimizin elinde altın yüzük var idi. Kandisi minberde iken yüzüğü parmağından attı ve:

 

“Bir ona bakmakla bir de size bakmakla bu (yüzük) beni meşgul etti.” buyurdular.

 Rivayet olundu ki Ebu Talha (Zeyd bin Sehl,Medineli ve nukabadan biridir. Peygamberimizden 40 sene sonra ölmüştür) bahçesinde namaz kılarken orada daldan dala konarak cıvıldaşan bir kuş hoşuna gtti. Bir müddet o bakmakla oyalanırken kaç rekat kıldığını şaşırdı. Hadiseyi Peygamber Efendimize anlattıktn sonra, “Ya Resulullah beni namazda meşgul eden bu bahçeyi sadaka ediyorum, nereye emir buyurursan oraya sarf edilsin.” demiştir.

Salkımlar ile süslenmiş hurma ağacı bulunan bir bahçede namaz kılarken hoşuna giden salkımlara bakarak kaç rekat kıldığını şaşıran başka bir zat da meseleyi Hazret-i Osman’a (R.A) arzettikten sonra “Bu bahçe sadakadır. Bunu Allah uğrunda harca” dedi ve Hazret-i Osman da bahçeyi elli bin (dirheme) sattı. İşte onlar huzuru sağlamak ve namazda ki noksanları telafi etmek için böyle yapmışlardır. Düşünce hastalığı kökünden tedavi edilebilir. Başka usul fayda vermez. Yukarıda anlattığımız müsekkin ilaçlar ve aklını başına almaya çalışmak zayıf şehvetlerde ve kalbe yerleşmeyip etrafında dolaşan düşüncelerde müessir olabilir. Yoksa kökleşmiş şehvetlere tesir edemez. Onlar seni cezbeder, sen onları cezbedersin. Derken onlardan biri sana galebe çalar ve bütün namazın bu cazibenin meşgalesiiyle geçmiş olur. Bu, dallarında kuşlar ötüşüp duran bir ağacın gölgesinde dururken huzur-u kalbe sahip olmak isteyenin haline benzer. Halbuki kuşlar durmadan ağaçta ötüşür, cıvıldaşır, kaynaşır ve adamın huzurunu selb(giderme)ederler. Adam huzuru için onları kovalar. Tam huzura erişeceği vakit tekrar gelir. Derken böyle devam eder gider. Şüphesiz böyle haldeki adama söylenecek olan, bunu durmadan dönen bir dolap gibi olduğudur. Bu vaziyette sen huzur bulamazsın. Kurtuluş için tek çaren bu ağacı kesmektir. Eğer huzura kavuşmak istersen bu ağacı kes. Bunun gibi, şehvet ağacı kökleşip, büyüyüp dal budak saldığı vakit, kuşların ağaca, sineklerin pisliğe hücumu gibi, dünya düşünceleri de bu şehvet ağacına hücum eder. Sonra bu düşünceleri atmakta iş, uzar, kovulan sineğin geri dönüşü gibi ve her ne kadar kovarsan yine gelir. İşte hatıralar da böyledir. Tek çaresi şehvet ağacının kesmektir.

Şehvetlerin çeşitli ve mütenevvi(türlü)dir. Bunlardan korunabilen pek az kimselerdir. Şehvetlerin çokluğuna rağmen onları bir esasta toplamak mümkündür. O da bütün hataların başı, noksanların kökü ve fesadın kaynağı olan dünya sevgisidir. Ahirette ve ahiret yolculuğuna azık olmaya yarayacak şekilde olmayan dünya sevgisi kimin kalbini istila ederse namazda münâcatın lezzetini alacağını sanmamalıdır. Çünkü dünyalıktan zevk alan kimse Allah ile münâcattan zevk alamaz. Kişinin himmeti gözünün dikildiği noktadadır. Eğer gözü dünyalıkta ise himmeti de dünyalıktır. Fakat bununla beraber mücahededen geri kalmamak, gönlünü namaza bağlamak ve mümkün olduğu kadar meşgale sebeblerini azaltmak lazımdır. İşte acı ilaç budur. Acı olduğu için insan tabiatı onu sevmez ve bu surette hastalık müzmin(yerleşmiş) halde sürer gider. Neticede derdin devasıda yerleşmiş olur. Hatta bir çok ekabir huzur içinde yalnız iki rekat olsun bir namaz kılmaya gayret eder, ona da muvaffak olamazlar. Ve böylece artık bizim gibiler için huzur içinde ve hatıra hiçbir şey gelmemek şartıyla iki rekat namaz kılmak ümidi kalmaz. Keşke namazın yarısı veya üçte biri vesveseden salim(korkusuz) olup iyi ameller ile kötüleri birbirine katan kimselerden olsaydık.

Hülasa, dünya himmetiyle, ahiret himmetinin bir gönülde toplanması; susam yağı veya sirke ile dolu bir bardağa su dökmek gibidir. Ne miktarda su dökülürse, o nisbette yağ veya sirke azalmış olur. İkisi ile birden dolmasına imkan yoktur. (Biri girince, diğeri çıkar. )

 

 


İstanbul / TURKEY